Bu makalede Hz. Mevlâna’nın Şems-i Tebrizi ile karşılaşmasının hayatına ve tasavvuf anlayışına nasıl yön verdiği detaylandırılıyor. Ayrıca Mevlâna'nın Mesnevi ve diğer eserlerinin arka planı, felsefesi ve bu ilişkiyle gelişen manevi yolculuğu ele alınıyor.
Hz. Mevlana’nın Fikirleri
Mevlâna’nın gerek maddi, gerekse fikri hayatı hakkında bilgi sahibi olabilmek için ısrarlı ve gayretli bir okuma gerekir. Yukarıda da uzun uzadıya bahsettiğimiz üzere onun hakkında dönemin karışık durumu göz önünde bulundurulduğunda dahi karşımıza ciddi bir malzeme çıkıyor. Mevlâna’nın gerek kendi eserleri, gerekse babası, Şemseddin Tebrizî, oğlunun yazdığı eserler ve hemen sonrasında yazılan menakıpnamelerle birlikte ciddi bir okuma sayesinde onun hakkında birinci elden fikir sahibi olabiliyoruz. Onu herhangi bir kişi ile kıyasla konu başlıkları halinde hayatı, eserleri, fikirleri… Tarzında yazmak başta kendisine, sonrasında da içinde bulunduğumuz dini, içtimai, geleneksel medeniyet kültürüne haksızlık olur.
Hz. Mevlana’nın Şahsiyeti
Hazret-i Mevlâna, hayatı bahsinde anlattığımız üzere, dönemin kötü şartlarına ve neredeyse hayatının tamamının göç ile geçmesine rağmen, çok ciddi anlamda ilim tahsil etmiştir. Dönemin en büyük âlimlerinden ilim tahsil etmiş; başta babası olmak üzere Seyyid Burhaneddin ve diğer ulemadan dersler almıştır. Nitekim ilk tasavvufi eğitimini aldığı babası Sultan-ül Ulema(Alimlerin Sultanı) Bahaaddin Veled, sade bir tasavvuf anlayışına karşılık zühde ağırlık veren Kübreviliğin Anadolu’daki önemli temsilcilerinden sayılıyordu. Kübreviliğin Ehli Sünnet esaslarına dayalı ve kısmen asketik karakteristiği, aynı zamanda Mevlâna’nın tasavvuf anlayışını oluşturan ögelerden birini teşkil eder.
Mevlâna’nın tasavvuf yolunun ana karakteri hiç şüphesiz ki Horasan ekolü olan, ilahi ask ve cezbeye dayanan melamettir. Ama Mevlâna kendi dönemi dâhil benzerine rastlanamayacak bir ilim, hikmet, mana ışığı yakmıştır ki asırlar sonrasında bugün dahi onu herhangi bir kalıba sığdırmak imkânsızdır. Mevlâna, düşüncelerini ifade etmede genellikle gündelik hayatın içinde somutlaşan sembolleri kullanmış, çeşitli insani davranış örneklerini, o davranışlarla karakterize ettiği değişik olaylar ve sıfatlarla simgeleştirmiştir. Eserlerindeki XIII. yüzyılın gündelik hayatını çeşitli yönleriyle izlemeye imkân veren dil ve anlatımı, O’nu halktan ve gündelik ilişkiler ile meşguliyetlerden ayrı kalmayı öne çıkaran tasavvufi algı ve anlayışlardan uzak bir yere oturtmaktadır. İçinde yaşadığı toplumun sosyal hayatına aktif bir şekilde katılması ile toplumun her bir kesimi ile olan diyaloğu, onu bu konuda farklı kılan özelliklerinden biridir.
Çeşitli devlet adamlarına gönderdiği mektuplar bu anlamda toplumsal sorunlara olan açık duyarlılığını ifade etmektedir. Hazret-i Mevlâna tasavvuf tarihinin en büyüklerinden olmasına rağmen, şiddetli nefis tezkiyesi içerisinde hayata karşı pasif ve olumsuz bir tavır sergileyen sûfî anlayışlardan farklı; dinamik bakışa sahip olduğu için, etkileri hem yaşadığı döneme hem de çok daha sonraki asırlara uzanmıştır. Mevlâna’nın dine, tasavvufa, hayata ve insana bakışı hem kendi dönemindeki hem de sonraki dönemlerdeki İslam ariflerinden farklıdır. O, dipdiri, canlı, bir aşk padişahıdır.
Hz. Mevlâna Sonrası ve Mevlevilik
Mevlâna’nın vefatından sonra Türkiye Selçuklu tahtında III. Gıyaseddin Keyhüsrev oturuyor, saltanat naipliğini ise Emineddin Mikail yürütüyordu. Dönemin tarikat yapısı içerisinde Kalenderiler zaten Mevlâna’dan önce de vardı. Kalenderilikten ayrılan Haydarilik, o dönemde Ahmedî denilen Rıfaî dervişleri de tüm Anadolu’da biliniyordu. Fütüvvet erbabı gerek Konya’da gerekse tüm Anadolu’da yaygındı. Bunların haricinde Karamanoğullarından Sultan Muhammed tarafından yaptırılan, 1035’te Şiraz’ın Kâzrûn kasabasında doğan ve Hanbeli olan Ebû İshâk İbrahim ibn Şehriyâr adına kurulan Kâzrûnî tekkesi de o dönemde meşhurdur. Ayrıca o dönemde İbnü’l Arabî’nin üvey oğlu muhaddis ve sufi Sadreddin Konevî tarafından temsil edilen Muhyiddin Arabî’ye atıfla kurulan Ekberiyye Tarikatı da vardı. Tüm bu tarikat yapılanmaları içerisinde henüz teşkilatlanmasını tamamlayamamış Şii-Batınî zümreler belki de Mevlevîliğin önündeki tek rakipti. Bunların içerisinde gerisinde her bir kesimle barışık bir dünya bırakan Mevlâna ve onun sevenleri, oğlu, torunları için kurumsallaşan bir tarikat yavaş yavaş kendini gösteriyordu.
Konya, âlemdeki tüm renkleri Tevhid ile birleştiren o aşk padişahının ardından uzun süre sonra kendine geliyordu. Eflâkî Menâkıpnamesinde, Mevlâna’nın kendisinden sonra halife olarak Hüsameddin Çelebi’yi bıraktığını söyler; “Ölümünün yakınlaştığı günlerde, şehrin bütün imamları ve zamanın bütün şeyhleri Mevlâna’yı ziyarete gelerek böyle bir devletten mahrum olacaklarından ötürü ağlayıp sızladılar. Cemaatten biri, ‘Mevlâna’nın halifeliğine kim yakışır ve buna kimi uygun buyurdular?’ diye sordu. Mevlâna, ‘Hakk’ın Halifesi, zamanın Cüneyd’i, bizim Çelebi Hüsameddin’imizdir,’ buyurdu. Bu soruyu 3 defa tekrarladılar, O da aynı cevabı 3 defa tekrar etti. 4. defasında, ‘Mevlâna Bahaeddin Veled için ne buyuruyorsun?’ diye sordular. Mevlâna: ‘O, pehlivandır, vasiyete muhtaç değildir,’ dedi.” Çelebi’nin On iki Şaban 683’teki vefatının ardından yeşil türbenin içerisine, Mevlâna’nın ön tarafına defnedildi.
Mevlevilerce tarikatın kurucusu kabul edilen Sultan Veled’tir. O, babası zamanında hem Şemseddin’e hem Selâhaddin’e uydu; Mevlâna hem hayattayken hem de vefatı sonrası Çelebi Hüsameddin’e tabi oldu. Çelebi Hüsameddin’in vefatının ardından Sultan Veled bir süre Bektemür Oğlu Şeyh Kerimeddin’le hem dem oldu. Hazret-i Mevlâna’nın hem olgunlukta hem kemâlatta hem de yaşça büyük oğlu Sultan Veled de ısrarlar sonucu Hüsameddin’den sonra 58 yaşında Mevlâna dostlarının imamı oldu. Sultan Veled, babası zamanında bir nüve halinde olan ama kurumsallaşması olamayan Mevleviliği, babası adına kurmaya, etrafa gönderdiği halifelerle birlikte de tarikatı yaymaya gayret ederek, Mevleviliğin başına geçti. Sultan Veled Hüdavendigâr’ın yolunu sistematik hale getirdi. Sonradan adına Mevlevîlik denilecek olan tarikatın usûl, erkân, inceliklerini; Sema’ın ve mutribin düzenini belli kaidelere bağlayan O dur. Bugün yapılan Sema Mukabelesi, Sultan Veled tarafından sistemleştirilmiş olan Âyin-i Şerîftir. Sultan Veled, On Receb 712 yılında 86 yaşında vefat etti, babasının sağ tarafına defnedildi. Mevlevilik, Sultan Veled zamanında Selçuklu ülkesinin her bir tarafına yayılmaya başladı.
Sultan Veled ve Fatıma Hatun’un çocukları çok fazla yaşamadığı için hem anne ve baba hem de Mevlâna’nın üzerine fazlasıyla titrediği Ulu Arif, babası Sultan Veled’ten sonra tarikatın başına geçer. Ömrünün büyük bir kısmı gezmekle geçen Ulu Arif, babasının yolundan giderek birçok yere halifeler gönderip, bir yandan tarikatı daha da yaygınlaştırmış, diğer taraftan merkeze bağlı yerler açarak daha da sistematik hale getirmiştir. Çelebi Hüsameddin zamanında Kütahya, Karaman, Tokat ve İlhanlıların idare merkezi Sultaniye’de Mevlevihaneler açtı. Sultan Veled’ten sonra bütün Mevleviliği temsil eden Konya’daki merkez tekke şeyhliğinin babadan oğula ya da ailenin büyüğüne geçmesi gelenekleşti. Bu geleneğe bağlı olarak şeyhlik makamına oturan kişiye Çelebi adı verildi ve zamanla merkez tekke şeyhliği Çelebilik makamı olarak anılmaya başladı. Çelebiler, başlangıçta, şeyhlik makamında oturan kişi tarafından önceden belirlenirdi. Sonraları çelebiler dedelerin onayıyla atanmaya başladı. Daha sonra da, adaylar arasındaki çekişmeler nedeniyle çelebiler padişah iradesiyle atanır oldular.
Çok uzun bir süre geçmemesine rağmen Anadolu’nun pek çok yerinde Mevlâna âşıkları Mevlevihanelerde toplanmaya başladılar. Oradan Arap Yarımadası’na, Asya ve Avrupa’ya yayıldılar. Artık padişahlar da, gedâlar da aynı posta baş kesmedeydiler. Sultan III. Selîm, Sultan II. Mahmud gibi bir döneme damgasını vuran Osmanlı sultanları Mevlevihanelerde şeyhlerinin dizlerine baş koymadaydılar.
Mevlevilik Türk düşünce ve sanat hayatına önemli etki ve katkıları olan bir tarikattır. Mevlâna’nın vahdet-i vücud (varlık birliği) anlayışına dayanan düşünceleri yüzyıllar boyunca etkisini sürdürmüş, günümüze kadar canlılığını koruyabilmiştir. Mevlevi tekkeleri, tarikat faaliyetlerinin yansıra bir sanat ve kültür kurumu gibi çalışmış, baştan beri birçok şair, yazar ve bestecinin yetiştiği merkezler olmuştur. Osmanlılar döneminde Türkiye’de en yaygın tarikatlardan birisi olan Mevleviliğin faaliyetine, diğer tarikatlarla birlikte, 13 Eylül 1925 tarihli bir kanunla son verildi. Faaliyetini bir süre Şam’da sürdürmeyi denediyse de başarılı olamadı. Ancak 1926 yılında Konya’daki merkez tekke ve Mevlâna türbesi müze olarak yeniden açıldı.
Hz. Mevlana’nın Eserleri
Mevlâna’nın, tamamı yayınlanmış ve Türkçe’ye çevrilmiş 5 tane Farsça eseri vardır. Bunlardan Mesnevî’si yazılmaya başlandığı andan itibaren âlimler, edipler, şairler kadar devlet adamları, esnaf ve halk tarafından da sevilmiş ve gittikçe artan bir ilgiyle benimsenmiştir. 40 bin beyti aşan Divân-ı Kebir’i âşık bir ruhun en samimi ve en coşkun örneklerini taşır. Bu devâsa eser, asırlarca şairlerin ve gönül adamlarının ilham kaynağı olmuştur. 26 bin beyte yaklaşan, fert ve toplumla ilgili her türlü konuyu içeren ve edebî bir tasavvuf şâheseri olan Fîhi mâ fîh, Mecâlis-i Seb’a ve Mektûbat adlı mensur eserleri de Mevlâna’nın fikirlerini daha yalın ve berrak şekilde bizlere aksettirir.
Mesnevî
Mesnevî kelimesi esas itibariyle klasik yazın türleri içerisindeki bir nazım türünün ismidir, Mevlâna ismi de bir sıfattır. Bugün Mevlâna deyince, Muhammed Celâleddin, Mesnevî deyince de onun eseri akla gelir. Bu kullanım bugün böyle olduğu gibi bundan asırlar önce de aynıdır. Eflâkî menakıpnamesinde bunu açıkça söyler; “Bütün dünyada, umumi olan üç şey vardı. Bu üç şey Mevlâna’ya nispet edildikten sonra özel bir mana aldı ve insanların aydınları bunu hoş gördüler. Bunlardan biri, Mesnevî’dir. Eskiden her (kafiyeli) iki mısraa Mesnevî derlerdi; fakat zamanımızda Mesnevî denilince akla, hemen Mevlâna’nın Mesnevî’si gelir. İkincisi, eskiden bütün bilginlere mevlâna diyorlardı, fakat bugün mevlâna denilince Mevlâna Hazretleri anlaşılır. Üçüncüsü, her mezara türbe derlerdi. Bugün ise herhangi bir türbe anılsa veya söylenilse Mevlâna’nın kabri akla gelir.”
Mesnevî, Hazret-i Mevlâna’nın en başta gelen eseridir. Yukarıda da belirttiğimiz üzere Hüsameddin’in ısrarları sonucunda yazılan bu eser, asırlarca okunmuş, üzerine şerhler yazılmış, halen de Dünyada en fazla okunan eserlerin başında yer almaktadır. Mesnevî altı ciltten müteşekkil bir eserdir. Mesnevî’nin ilk on sekiz beytini Mevlâna bizzat kendisi yazmış, sonrakileri de Mevlâna söylemiş, Hüsameddin de yazmıştır. Mesnevî her bir beyti kafiyeli olan şiir tarzıdır. Mevlâna’nın Mesnevî’si de bu şekilde vücuda gelen, yirmi beş bin(25.000) beyit civarında olan bir manzum eserdir. Mesnevî de Mevlâna söylemek istediği konuyu hikâyelerle anlatır. Mevlâna, Mesnevî de bir hikâye başlayıp daha bitmeden bir diğerine geçer, sonra da yarım kalan hikâyeyi tamamlar. Hikâyelerin ardından o olayla alakalı öğütleri verir. Mesnevî konu-konu bir eser değildir. Yani Mevlâna Mesnevî’sinde, konulardan müteşekkil, her bir konunun bitiminde diğer konuya geçip bunu da sonlandırdıktan sonra yeni bir konuya geçme tarzında bir yol izlemez. Bu tarzı klasik eserlerin çoğunda görmekteyiz ki Mesnevî ve diğer klasikleşmiş eserlerin bu usulü Kur’an-ı Kerîm’den aldığı şüphesizdir.
Bir hikâyeyi anlatırken hikâyedeki bir insan veya hayvana söz söyletmeye başlıyor, fakat hemen söz söyleyen kendisi oluyor. Mevlâna, bütün coşkunluğuyla hitaba başladı mı; o basit hikâye birdenbire canlanıyor, artık kelimeler ateş ve gözyaşı hâlini alıyor. Mesnevi’nin hemen her bahsinde Kur’ân kıssaları geçer. Birçok beytinde ayet ve hadislerden lafzi ve manevi iktibas ve tazminler vardır. Bu bakımdan Mesnevi’ye “Magz-i Kur’ân” yani “Kur’ân’ın iç yüzü” diyenler tamamıyla haklıdırlar. Mevlâna, kitabında kelam kaidelerinden, Yunan felsefesiyle bu felsefenin İslami şekli olan Hukema felsefesinden, bu sistem içinde yaradılış ve dünya telakkilerinden, büyük sufilerin menkıbelerinden bahseder. Mesnevî de yer yer realiteye de ehemmiyet verilmiştir. Bu yalnız, hikâyelerde değildir. Mevlâna gezdiği yerleri, gördüğü şeyleri anlatırken de realiteye büyük bir kıymet verir. Bütün bir devrin âdetleri, görenekleri, düşünce ve sezişleri elle tutulur, gözle görülür bir hâlde canlanır. Bazen de Mevlâna, kendi maceralarını kapalı yahut açık bir surette anlatır, fikirlerini izah eder.
Mesnevi, yazıldığı tarihten itibaren büyük bir ehemmiyet kazanmış, başta Mevleviler olmak üzere bütün tasavvuf ve edebiyat âşıkları tarafından sevilmiş, özellikle Osmanlı coğrafyasında üzerine birçok şerhler yazılmıştır. İlk devirlerden itibaren Mesnevî Şerhleri üzerine, Selâhaddin, Saraceddin, Alâedddin, Şemseddîn, Muhyiddîn ve Eflakî gibi Mesnevîhanlar yetişmiş, Mesnevîyi ezberleyenler çıkmış gün geçtikçe şöhreti yayılmaya başlamış, yalnız Mevlevihanelerde ve Mevlevilerin içerisinde değil Mevlevi olmayanlar arasında da Tasavvuf neşesini vermek üzere Dârü’l Mesnevîler (Mesnevî okulları) kurulmuş oralardan mezun olanlar icazetname almışlardır.
İstanbul’da Fethinden itibaren açılan Kalenderhanelerde Mesnevî okunmuş, nihayet III. Ahmet zamanında Damat İbrahim Paşa’nın yaptırdığı medreselerde Mesnevî okunması kararlaştırılarak medrese ve hatta camilerde Mesnevîhanlar tarafından tahlil edilmiştir. Mevlevilik Hazret-i Mevlâna’nın torunu Ulu Arif Çelebi’nin gayretleriyle kökleşip muhtelif yerlerde birçok Mevlevihaneler açıldıktan sonra zaman zaman Mesnevî’ye Türkçe, Arapça, Farsça şerhler yazılmış, bu kitaptan antolojiler yapılmıştır. Mesnevî ilk kaleme alındığı günden itibaren bu alakaya mazhar olmuş bir kitaptır. Bu konuda ilk elden bir bilgi olmak üzere 14. yüzyıl ünlü Arap Seyyahı İbn Battuta 1332 yılında Konya’ya geldiğinde o zamanın ahalisi hakkında şunları söylemiştir; “Bu Konya şehrinde Rûmi lakabı ile tanınan Salih imam, Celâleddin’in türbesi var. Rum taifesinde büyük bir yeri olup Celâliyye ismiyle tanınır. Bu ülkenin halkı Mesnevî’yi yücelterek sözlerini başkalarına öğretirler ve cuma geceleri onu okurlardı.”
Dîvân-ı Kebîr
“Şiir de nedir ki ondan lâf edeyim? Şairlerin hünerlerinden başka bir hünerim var benim” diyen Mevlâna için her şeyin sevgiliden bahis açmak için bahane olması gibi şiir de bahanedir. Mevlâna, özlü bilgisi, kuvvetli görüşü, şiddetli duygusu; taşan, coşan, yanan, yakan aşkı ve benzerine rastlanmayan söyleyişi ile kimi zaman günlük olaylardan, çoğu defa vecd içinde semâ ederken vezin ve kafiye ile şiirler söylemiştir. Çevresinde “Katibü’l-Esrâr” denilen kişiler onun her söylediğini kayıt altına almış ve böylece düzenlenen Divân-ı Kebîr vücuda gelmiştir.
Otuz altı bin(36.000) beyite yakın olan Mevlâna’nın Dîvan’ı, Dîvan-ı Şemsi Tebrizî, Külliyât-ı Şems-i Tebrizî, Gazeliyât-ı Şems-i Tebrizî ve Dîvan-ı Kebîr olarak değişik isimlerle anılır. Mevlâna’nın Mesnevî ve Dîvan’ındaki benzerlikler hiç de az değildir. Divanındaki birçok gazellerde Mesnevî hikâyelerini hulâsa etmiştir. Mesnevî’deki bahislerin birçoğu Dîvan’ında geçmektedir. Hâsılı Divânla Mesnevî, hem üslûp, hem ifade, hem edâ, hem konu bakımından aynıdır; yalnız bu iki eserde tarz ve vezin farkı vardır.
Dîvan, Mevlâna’nın “Şems” mahlasıyla yazdığı birçok beyitten müteşekkildir. Dîvan’da Mevlâna’nın asırları aşan kimi zaman yanık, kimi zaman rint, kimi zaman da aşkın hallerini görürüz. Başından sonuna Şemseddin kokan bu büyük külliyat ne Sadi’ye, ne Hafız’a, ne Attar’a, ne de Senaî’ye benzer. Hafız’ın rintliğinden daha da rint, Sadi’den daha geniş sınırsız hikmet, Senaî’den daha fazla tasarruf, Attar’dan daha yaygın halkı buluruz. Mevlâna’da hepsi var bunların, fakat saydıklarımızın hiçbirinde Mevlâna yok. Her varlık âlemin bir cüz’ü, her varlıkta âlemin bir görünüşü var, bir oluşu var, âlemden ayrı değil; fakat hiçbir varlıkta tüm âlem yok…
Fîhi Mâ Fîh
Tasavvuf geleneğinde yakın zamana dek, pîrlerin, şeyhlerin, Hakk dostlarının sohbetlerinde notlar alınıp; sonradan birleştirilerek, kitap hâline getirilen birçok esere rastlanır. İşte Hazret-i Mevlâna’nın Fîhi Mâ Fîh isimli eseri de sevenleri ve müridanı tarafından, kimi zaman bir sohbet esnasında, kimi zaman, Mevlâna’nın bir ayet tefsiri veya hadis şerhi yaptığında meclistekilerin biri veya birkaçı tarafından kayıt altına alınıp, sonradan karşılaştırılarak, belki de Mevlâna’ya okunarak gerekli düzeltmeler yapıldıktan sonra kitap haline getirilen bir eserdir. Sohbetleri kaydeden ve kaydettiren sonradan tasnif eden kişi muhtemelen oğlu Sultan Veled’dir.
Fîhi Mâ Fîh’in içerisinde birçok konu, kişi, olayı görebiliriz. Bunun yanında Mevlâna’nın diğer eserleri olan Mesnevî, Dîvan, Mektubat’da; ayrıca Şems’in Makalât’ı, Sultan Veled’in İbtidâname’si, Sîpehsâlar ve Eflâkî’nin menakıpnamelerindeki geçen kişi, olay, konularla alakalı birçok bağlantıyı yine Fîhi Mâ Fîh’te görürüz. Zaten Mevlâna’nın tüm eserlerindeki birbirleri ile alakalı birçok bağlantı, başta Mesnevî olmak üzere eserlerinin sıhhatinin delilidir. Fîhi Mâ Fîh’deki anlatılan birçok olay, kitabın konularının hangi tarih veya tarih aralığında yazıldığı hakkındaki malumatı da bize söylüyor. Örneğin Mevlâna, Muineddin Pervâne’yi Şamlılarla Mısırlıların aleyhine Moğollarla iş birliği yaptığı için şiddetli bir şekilde kınar. Bu sohbet Muineddin’in hayatına mal olan ikiyüzlü siyasete girmesinden önce veya sonradır ki bu bakımdan Mevlâna’nın son yıllarına aittir.
Fîhi Mâ Fîh’in tam çevirisi, “İçindedir ne varsa içinde” şeklindedir. Fîhi Mâ Fîh’in çevirisini yapanlar bunu, “Ne varsa onun içinde var, ne varsa onda var”, “İçinde olması gereken şeyler buradadır”, “Onun içindeki içindedir. İçinde içindekiler vardır. Veya içinde içindekiler” şeklinde tercüme etmişlerdir.
Eserde Mevlâna’nın, düşüncesi, dünya görüşü, yaşadığı yüzyılı gelecek nesillere bildirişi, din ve insanlık hakkındaki düşünceleri… hasılı tüm fikri hayatını görürüz. İnsanın üstünlüğü, Dünya’nın her ANda yeniden yaratıldığı, soruyu sorana göre cevabın verileceği, Mevlâna’nın şiir telakkisi ve şiiri neden seçtiği, Moğolların zulmü, sözlerinin hepsinin de yani olduğu hakkındaki sarsılmaz kanaati, tüm bir aklı, hikmeti, manayı, tevhidi, sevgiyi, vecdi, aşkı yani tüm bir Mevlâna’yı Fîhi Mâ Fîh’te görürüz.
Mecâlis-i Seb’a (7 Meclıs)
Mecâlis-i Seb’a, adından da anlaşılacağı üzere, Mevlâna’nın 7 meclisinin, 7 vaazının yazıya alınmasından meydana gelen bir eserdir. Hazret-i Mevlâna yukarıda da bahsettiğimiz gibi ilk zamanlarda kendi medresesinde ders ve vaaz veren, halkın her konudaki sorularını cevaplayan bir fakihti. Hatta Sîpehsâlar menakıpnamesinde eğer kendi şehrinde kalsa, ders okutmak, kitapla uğraşmak, vaaz ve nasihatte bulunmakla meşgul olduğunu; fakat şiire Anadolu halkının isteğiyle düştüğünü söyler. “Ben nerede, şiir nerede? Fakat bende bir Türk peyda oldu ki, gelip bana hey kimsin diyor. Türk, Tacik, Rum ve zenci nasıl bilir? Ancak saltanat sahibi (Allah) gizli ve açık olanı bilir. Yoksa ben nerede, şiir nerede?”
Hazret-i Mevlâna, Mecâlis-i Seb’a’nın 7 vaazında da cümleleri secili bir hutbeyle başlar. Hutbesinde ayetlerle Allah’ın azameti, hikmeti, kudreti övülerek, Hazret-i Peygamber (aleyhisselam)’e, Hazret-i Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali’ye, Muhacirlere, Ensar’a, Hazret-i Hasan ve Hüseyin’e, rahmet okur. Sonrasında dua mahiyetindeki münacatın ardından bir hadisle vaaza başlar. Yine vaaz içerisinde birçok ayet tefsiri, hadis şerhi ve konu ile alakalı Peygamber, Sahabe ve Evliya kıssalarıyla konuyu halkın da anlayacağı bir şekilde anlatır. Sonlarına doğru da Besmele uzun uzadıya şerh edilerek, Hazret-i Peygamber’e, soyuna, sahabesine salavat verilerek vaaz son bulur.
Hazret-i Mevlâna’nın 7 meclisinde, asıl şerh edilen hadislerle beraber, “kırk bir” hadis geçer. Tüm hadisler toplumla alakalı konular hakkındadır. Mevlâna’nın 7 mecliste şerh ettiği hadisler konuları bakımından şöyledir;
1- Toplumun değerden düşmesi, bozguna uğraması, bozgunculuğa düşmesi yüzündendir. Böyle zamanda yapılacak işler ve kurtuluş çareleri.
2-. Suç ve kabahatlerden kurtulup, çekinme sınırına giriş.
3-. İnançtaki kudret.
4- Kendilerini kulların hayrına adamış olan, kendisi için yaşamayan kullar.
5- Bilginin değeri.
6-. Gaflete dalış.
7-. Aklın önemi.
Yine Mecâlis de Fîhi Mâ Fîh’te olduğu gibi ya Sultan Veled ya da Çelebi Hüsameddin tarafından kaleme alınarak, tekrar düzenlemeler yapılmıştır. Mecâlis-i Seb’a’dan özetle bir sohbete giriş örneği şöyledir;
“Hamd, âlemi aletsiz yapan, gönle gelen her şeyi, söylenen her sözü, uğranan her hali bilen, oluruna bağlanacak ve halden hale girilecek her türlü sıfatın, zâtına yol bulmasından münezzeh olan Allah’a. Bir padişahtır ki hiç bir kimsenin, onun hükmüne, onun buyruğuna karşı durmaya gücü yoktur. Allahlığını apaçık delillerle bildirmiştir; akıl gözü, doğru düzen bakar, yerli yerinde görürse, birliğine şahadet eder… Halkı, helak uçurumundan, azap tehlikesinden kurtarmak için Hazret-i Muhammed’i (esenlik O’na), ‘Her yana yayılan sancakla, kınından sıyrılmış kılıçla göndermiş’, peygamberliğinin güneşini dolunaylar gibi parlak bir toplulukla kuşatıp doğdurmuştur; kalbine de, nur gibi parıl parıl parlayan ve kalplere şifa olan bir kitap indirmiştir… Allah’ın rahmeti O’na ve soyuna olsun, bilhassa suçlardan çekinen Ebubekiri’s-Sıddıyk’a; doğruyla aslı olmayanı ayırt eden temiz Ömer’e; iki nur ıssı arınmış Osman’a, Allah rızasını kazanmış, ahdine vefa eden Ali’ye, başka Muhacirlere ve Ensar’a olsun; çok çok esenlikler onlara…”
Mektûbât
Mektûbât, Hazret-i Mevlâna’nın birçok kişiye yazdığı mektuplardan oluşur. Mevlâna, mektuplarını müritleri, sevenleri, devlet ricali, ailesi gibi her kesimden kişiye yazmıştır. Oğlu Alâeddin Çelebi, III. Gıyaseddin dönemi devlet adamlarından Alameddin Kayser, maliye veziri Celâleddin Mahmud Müstevfî, vezir Celâleddin Karatay, Mevlâna’nın da doktoru Ekmeleddin Tabîb, maliye işlerine memur Emineddin Mikail, saltanat naibi ve yaptığı hayır işleriyle bugüne kadar adı anıla gelen Sahib-Ata Fahreddin Ali, Selâhaddin Zerkûb’un kızı Fatıma Hatun, kendi medresesini de yaptıran Bedreddin Gühertaş, Selçuklu Dönemi devlet adamı aynı zamanda dönemin zengin hayır sahibi kişisi olan Hâce-i Cihan/Hocacihan (Ahmed bin Kaysar bin Selman), Kadı İzzeddin, Mevlâna’nın en sevgili müridi Çelebi Hüsameddin, Sultan II. İzzeddin Keykâvus, Atabek Mecdeddin ve Muineddin Pervâne; Mevlâna’nın mektup yazdığı kişilerden bazılarıdır.
Mevlâna mektuplarının sıhhati ise yukarıda da (Fîhi Mâ Fîh bahsi) bahsettiğimiz gibi, diğer eserlerle bağlantı kurabildiğimiz için, kesinlikle Mevlâna’nındır. Mevlâna mektuplarında muhatabına kimi zaman nasihat eder, kimi zaman da eleştirir. Yine mektuplarında muhatabı oğlu Alâeddin Çelebi’ye nasihat, övgü, eleştiri, kırgınlık ve onun ölümünden sonra hiçbir tavsiyede bulunmadan terekesi için bir mektup yazıyor.
Yine Tabîb Ekmeleddin’e yazdığı mektupta ona, “hekimler padişahı, yaşayış mücevherlerinin en temizi, en aydını, belalar zehirlerinin panzehri…” diye hitap edip, onun gönderdiği selam veya mektuba cevap yazıyor. Bir başka mektubu Muineddin Pervâne’ye hitaben yazıyor ve ona daha önce ricacı olduğu Seyfeddîn isimli birini bağışladığı için teşekkür ediyor.
Mevlâna’nın mektuplarının birçoğunda hep bir başkası için ricacıdır. Ya bir garibin işi, ya bir fukaranın rızkı, ya bir tekkenin veya medresenin işi veya suçundan dönmüş pişman olmuşa aracıdır. Ama hiçbir zaman kendi nefsi için özellikle devlet kademelerinden zerre miktarda bir şey için mektup yazmamıştır. Örneğin Abdülbâki Gölpınarlı’nın da dikkati çektiği üzere Hocacihan’a yazdığı mektup, dil olarak diğerlerinden farklıdır. Nesr-i Müsecca denilen bir yazı türünde kaleme almış. Mevlâna sevdiği mektupta çok belirgin olan bu zata onun diliyle, onun isteğine uyarak hitap eder. Mevlâna bu mektubu çoğu zamanda olduğu gibi yine bir hayır işi için ricacı olarak kaleme alıyor…
Değerlendirme
Hazret-i Mevlâna’nın hayatı başından sonuna kadar hem zahiri, hem batıni bir göçle geçmiştir. Babası ile birlikte çıktığı uzun bir yolculukla birlikte yetişen, yeşeren ve kemâlâtın zirvelerinde Celâleddin’den Mevlâna’ya inkılâp eden ölümsüzlüğün adıdır Hicret. İslam irfan, tasavvuf ve hikmet geleneğinin en büyük velisi olan Mevlâna Celâleddin hakkında bugüne dek birçok söz söylendi, külliyatlar dolusu yazılar yazıldı. Bu araştırma da bir anlamda onlardan biri sayılabilir. Şiiri yeren Mevlâna’yı kimileri mistik bir şair olarak niteledi. Bir anlamda felsefe ve filozoflara karşı olan, hatta bu sebeple kendi şehrini terk eden Bahaeddin’in oğlu Mevlâna kimilerine göre de Felsefecidir. Dönemin birçok âlimlerinin yanında İslam Dini ve Şeriatı konusunda en hassan olan Mevlâna, yine kimlerine göre yeni dinlerin peygamberi.
Bilgiye ulaşmanın hiçbir dönemde olmadığı kadar kolay olduğu bu zamanda, bir yığın Mevlâna yazıları, kitapları, alıntıları içerisinde o, tüm bunların dışında bir yerde asırlardır duruyor. Peki, asıl kaynaklarda nasıl bir Mevlâna var sorusunu sormakla işe başlanabilir mi? Uzun ve sabırlı bir okuma sonucunda bu sorunun cevabının bir bölümü ortaya çıkabilir kanaatindeyim. Bir bölümü çünkü onun gerek menakıpnamelerden, gerekse döneminde hem kendisinin hem de etrafındakilerin yazdığı eserlerden belli başlı bir biyografiden ötesini göremeyiz. Belki bir anlamda o büyük Hakk dostu, İslam irfan geleneğinin başat unsuru olan sırrı ile beraber yaşamayı seçti. İşte bu kısa araştırmada yapmaya çalıştığım araştırma, Mevlâna’nın kendi dönenimde ve sonrasında yazılan eserlerle Mevlâna’yı anlamak ve doğru bir biyografi ortaya koymaktır.
Geleneksel metinler, modern zaman insanının kimi zaman ağır eleştirilerine tabi tutulsa da, tarihi kaynaklar olarak mecbur olunan eserlerdir, özellikle menkıbeler. Menakıpnameleri okurken öncelikle, geleneğin dilini bilmemiz şarttır. Hazret-i Peygamber (Aleyhisselam) döneminden itibaren, yazılan siyerler, tezkireler, menkıbeler aslında bir gelenek dâhilinde ve asırlar boyu oluşa gelmiş bir dille aktarılmıştır. Mevlâna biyografisi yazılırken, menakıpnamelerin her söylediğinin doğru olduğu gibi bir söylem de elbette doğru değildir. Gerek Sîpehsâlar, gerekse Eflâkî menakıpnamelerinde kendileriyle çelişen hatta kendilerinin yanlışlarını ortaya koyan birçok bilgi vardır. Bu kimi zaman bir olay, kimi zaman bir tarih, kimi zaman da kişilerle alakalıdır. Bunun yanında bir Mevlâna biyografisinde, elimizde menakıpnamelerdeki bilginin sağlamasını yapabileceğimiz yine birinci elden diğer kaynaklar mevcuttur. Menakıp yazarlarının birilerinden rivayetle ortaya koyduğu birçok konuyu, Mevlâna’nın bizzat kendi eserlerinde, oğlu Sultan Veled’in eserlerinde ve yine Şems’in Makâlât’ında görebiliyoruz. Bu durum da bize bilginin sağlamasını yapmamızı sağlamaktadır. Bu anlamda dönemle alakalı çağdaşlarınınkine kıyasla Mevlâna’nın daha doğru bir biyografisi ortaya çıkıyor.
Hazret-i Mevlâna ile ilgili, doğumundan vefatına dek elimizde en doğru bilgilerin olmasının yanında, onun en büyük dostu Şems-i Tebrizî ile ilgili bilgiler sadece Mevlâna ile birlikte olduğu zamanlar kadardır. Tebrizli Şemseddin’in, Mevlâna’nın eserlerinin satır aralarında verdiği bilgiler ve kendi eserinde verilen bilgiler haricinde; ne çocukluğu ne gençliği ile alakalı detaylı bilgiler yoktur. Hatta Mevlâna gibi bir büyük padişahı yakan, kavuran, coşturan, kendisi için külliyat derecesinde eser yazılan Şemseddin’in kısa denilebilecek Konya hayatı sonrası hakkında da ne yazık ki hiçbir bilgi yoktur. Şems hakkında bu güne değin orta yerde duran ve üzerinde bir anlamda tam mutabakat sağlanamayan bir diğer konu onun gaybubeti meselesidir. Belli ki, Mevlâna’nın Şems-i Tebrizî’ye karşı olan bu tutkusunun binlerce beyit, ciltlerce kitap olarak vücut bulması, bizim kendi tahayyülümüzün ötesinde bir aşktır. Şems için Şam’a kaynakların bildirdiği üzere iki kez giden Mevlâna, hakikaten Şemseddin’in şehadetinden habersiz miydi? Şems gerçekten de şehit edildi de, başta Sultan Veled olmak üzere yakınları ve olaya şahit olanlar, Mevlâna’dan bu olayı yıllarca sakladı mı? Eflâkî haricinde Şemseddin’in şehadetinden hem daha eski kaynaklar olan, başta bizzat oğlu Sultan Veled ve Sîpehsâlar neden eserlerinde bahis açmıyor? Bu olay yıllarca bizzat ailesi ve oğlu tarafından Mevlâna’dan saklanmış; onun yaşlı haline de aldırış edilmeden Şam’a gitmesine kayıtsız kalınmış olabilme ihtimali kanaatimce çok zorlama bir yargıdır.
Kanaatimizce Şemseddin, Konya’da şehit edilmedi, bunun yanı sıra tekrar Şam veya bir başka yere bir daha dönmemek üzere gitti. Dönenim en büyük fıkıh âlimlerinden olan Mevlâna isteseydi, devletin tüm Şeyhülislamlarının başında bir resmî görevli olurdu. Şan ve şöhreti zaten tüm Anadolu’ya yayılan Mevlâna, bunu tercih etmeyerek; azmi kuvvetlendiren-iradeyi çelikleştiren-fakat bedeni yıpratan riyazatları, misli görülmemiş bir aşk ve cezbeyi, halkın kınayışına tahammülü, sevgilinin kanlı izlerine basılarak aşılan yolları, büyüklere karşı ömrü boyunca eğilmediği için kendi tercihiyle dar bir geçimi, ömrünce insanları-insanlığı seven bir ulu kalbi, hiçbir tarafından geçmediği-devamlı kaçtığı dünya sevgisini ve devamlı hicreti tercih etti. İşte asırlar geçmesine rağmen bugün bile dipdiri olan Mevlâna’nın canı, sarsılmayan, pörsümeyen aşkındadır.
Mevlâna’nın etrafındakilerle olan diyaloğuna baktığımızda, onun dünya algısının da farklı olduğunu çok net bir şekilde görürüz. Gerek sevenleri-müritleri-ailesi, gerekse devlet erkânı ile ilişiklerinde Mevlâna hiçbir zaman kendisi için talep eden birisi değildir. Bu bağlamda onun tamamen kendisini gerçekleştirme çabasından ibaret olan hayatının gayesini doğru anlamak, Mevlâna’nın etrafındakilerle olan ilişkilerinin de doğru anlaşılmasını beraberinde getirecektir. Mevlâna’nın mektuplarına baktığımızda, muhataplarının değişik kişilerden oluşmasına rağmen, Mevlâna’nın muhatabına yazdığı istek ve ricaların hiç birinde kendisi yoktur. Örneğin Muindeddin Pervâne’nin Mevlâna nezdinde itibarı farklı olmasına rağmen, ona yazdığı mektuplarda da kendisi için bir şey istememiştir. Nitekim Selçuklunun diğer devlet adamlarına örnek olarak, IV. Rükneddin Kılıçarslan, Celâleddin Mahmud Müstevfî, Cacaoğlu Nureddin, Emineddin Mikail, Arslandoğmuş Fahreddin Atabek, Kadı İzzeddîn Muhammed, Sahib Ata Fahreddin Ali ile olan diyaloglarında da bunu görebilmekteyiz.
Mevlâna Celâleddin’in şiir de diğer şairlerinkinden kesin olarak farklıdır. İlahi cezbe sonucu ortaya çıkan şiirlerin hiçbirinde kendine ait herhangi bir mahlasa ihtiyaç duymaması, Mevlâna’nın şiirin sadece bir araç olarak kullandığının göstergesidir. Hatta Divân’ında “Şems” mahlasını kullanması, bu bağlamda hem kendi hem de sonraki dönemdeki birçok kişinin dikkatinden kaçmamıştır. Mevlâna’nın hayattan kopuk bir Tasavvufu da kesinlikle yoktur. O tam aksine hayatın merkezine insanı, insanın merkezinde Allah’ı gören bir irfan anlayışı ortaya koymuş ve günümüze kadar gelen dipdiri bir tasavvuf yolunun mimarı olmuştur. Mevlâna’nın aşkın ve sevginin gücü konusunda binlerce beyitten mürekkep eserlerinde vermek istediği mesaj, aşkın ve sevginin her şeyin temelinde var oluşudur. Çeşitli, temsiller, benzetmeler, semboller, anekdotlar ve metaforlarla vurgulamak istediği budur. Mevlana, filozofların sınırlı düşüncelerine karşın, aşkın düşünce ve fikirleriyle cihanı kuşatan bir ses olmuş ve sesi cihanın her semtinde aşk ve hikmetle yankılanmıştır.
Mevlâna’nın insanoğlunun en derin yarasına sürdüğü müthiş merhem, onun Kur’an’ın satır aralarını da okuyarak elde ettiği bir formüle sahiptir. Mevlâna daha pek çok konuda olduğu gibi, ölüm konusunda da, tefsirin, Kur’an’la aynı amacı gütmesi gerektiği yolundaki prensibini uygulamış ve buradan elde ettiği “müjde ve uyarı” manalarını coşkun bir dille anlatmıştır. Dolayısıyla Mevlâna’ya sunulan sevgi, övgü ve hayranlıkları yönlendirmemiz gereken ilk merci, ona sahip olduğu fikrî ve hissî arka planı kazandıran Kur’an-ı Kerim’dir. Bu gerçeği fark edemediğimiz sürece, Mevlâna’yı hakkıyla sevmiş, övmüş sayılamayacağız.
Mevlâna’nın İnsan-ı kâmil mertebesinin zirvesinde Hazret-i Peygamber (aleyhisselâm) bulunmaktadır. Bu tabirden bahsedildiğinde ilk akla gelen Resûl-i Ekrem (aleyhisselâm)’dir. Mevlâna, Hazret-i Muhammed (aleyhisselâm)’den söz ettiğinde İnsan-ı kâmil düşüncesini de kendine mahsus üslubu ile izah etmiş olmaktadır. Bu sebeptendir ki Mevlâna’dan hâsıl olan şey Ahmediyyet, Muhammediyyet’tir.
Sonuç olarak Mevlâna yaşadığı yüzyıla sığmamış, bunun yanında yüzyıllar ötesinde de adı en büyük arif olarak anılmış bir Hakk dostudur. Onun öğretileri sadece Anadolu ile sınırlı kalmamış, tüm İslam âlemi ve dünyanın her yerinde bugün de yaşamaktadır. Her yönü ile hayatın merkezinde olan gerçek insanın dayanağını remiz ettiği pergel metaforu, onu bir parça olsun anlamadaki ölçülerden şüphesiz ki biridir.
Hz. Mevlana Dergahtaki Eğitim Sürecini Neden 1001 Gün Olarak Belirlemiştir?
Üzerine NEDEN 1001 GÜN
Mevlevîlikte çile, 1001 gün boyunca usûl ve âdâba uygun olarak 18 değişik hizmeti uygulamaktır. Çile müddetinin 1001 gün olması; Hz. Mevlânâ'nın hayatı boyunca çıkarmış olduğu HALVETlerin toplamının bin bir gün etmesi ile tarîkatin usûl ve âdâbı arasında yer verilmesi ve Yaratıcının 1001 ismine karşılık olarak bin bir gün zikir ve hizmet etmesiyle ilişkilendirilmiştir. Bütün bu yapılanlardan maksadın Allah'ın rızasını kazanmak olduğu, RIZÂ kelimesinin EBCED hesabıyla değerinin de bin bir etmesi hatırda tutulmalıdır. Herkeste aşk olmaz. Aşık olan CANdır. Nefsini öldürebilene nasip olur. Biz anlatırken Mevlana'nın dervişleri deyiverip geçiyoruz lakin o 1001 günün sonrasında o hücreden çıkan aslinda ne TENdir nede NEFS. Herşey hücrede kalır. Canın bedenden çıkması gibidir Derviş'in hücreden çıkması. Can denilen şey AŞKtır. Aşk ölesi değil... Nasıl ki RUHlar ölesi değil. O yüzden her şeyin sonunda yemede içmede konuşmada vb. aşk olsun demişler. Nefs için Hayvan der. Can için Aşk. Canlar ölesi degil ölen hayvan imiş der Hz. Pir Mesnevisinde. 1001 günün hedefinde bir ayeti kerime vardır. Bu âyeti kerimeye ermek üzere girmişler o hücreye. Zahiren hücre dardır. Kafa gözüne öyle görünür. Gönüle ZAMANda MEKANda yoktur. O hücrelerin her biri bir derya mesabesinde... Derin mi derin. Daldıkça yükseldikleri bir derinlik…
Gündüzleri hizmettedir. Geceleri hicrette. Hicret ki miracin izinde. Can kuşunun kanatlanmasındaki kastı da budur Hz. Pirin. Herkes dervişin sema ettiğini zanneder. Hiç kanatsız uçulur mu? İşte Derviş'in kanatlarıdır aşk. Yol azığıdır. Yolunun ışığıdır. Kilitlerin anahtarıdır... Ötelere atılan adımda, Miracın burağı da aşktır... Niğmeti kebirin yegane sermayesi aşktır. Damarlarda kan değil aşk dolaşmadıkça kalp aşkın ritmini yakalayamaz.1001 gün aşk içindir. Kalp aşk aşk diye atmadıkça da kanat çırpamaz. Peki nedir NİĞMET-İ KEBİR??? Büyük nimet...Büyük ikram...
Evet nedir o büyük niğmet? Allahın zülcelalini görebilmek...
Sadece aşıklar görebilir, layık olanlar... Elbette ki niğmetlerin en büyüğü Cemalullah'tır... Bu niğmete erenlerin makamı da mekanı da farklı olacaktır cennette... Aşkın terazisi bu dünyada olmayabilir amma işte orada herkes aşkı kadar erecek bu niğmete... Kimisi hergün, kimisi cumadan cumaya, kimisi aydan aya, kimisi yıldan yıla... Rabbimiz bizlere de layık bir gönül hakeden bir aşk nasibetsin inşaallah... Taşıdığımız iman karanlığı aydınlatan bir fener gibidir. Her müslüman(gerçek inanan) etrafına ışık saçar... Daha çok aydınlık için daha çok imana ihtiyaç var demektir…
Ateşe benzin dökersen parlar değil mi?
İşte insana da böyle yakıt lazım.
İman YAKICIdır YANICI değil.
İman arttıkça aşk artar. Aşk arttıkça aşık yanar.
Yandıkça mı artar yoksa arttıkça mı yanar hesabına sığmaz ki aşk...
Aşk ne ateştir nede su.
Su içen kanar, doyar da fazlasını almaz kabı...
Ateşin yaktığından geriye kalır mı külden başkası?
Başka şeye benzer mi hiç aşığın nar-ı aşk'ta yanması...
Ateşin yaktığı kül olup yok olurken, aşkın yaktığı ise KUL olur, aşkla varır öteler ötesine...
Ateşi daima su ile korkuturlar. Fakat suyu hiç ateşle korkutabilirler mi?
"Ey diken arayan, cennete gitsen bile orada senden başka bir diken göremezsin..." (Hz. Mevlana).
Su ateşten korkmaz ama dökülmekten korkar...
Dökülen suyu ya toprak yutar ya havaya uçar
Su kabında durmalı...
O zaman ne korkar ne korkutur...